Selin Ezgi Gazeloğlu
Simone de Beauvoir
Simone de Beauvoir, feminizmin klasik eserlerinden İkinci Cinsiyet’te, kadının toplumsal ve kültürel düzeyde nasıl ötekileştirildiğini ortaya koyar. Bu ötekileştirme, kadınların yaşamlarının bir noktasında mutlaka karşılaştıkları somut bir gerçekliktir. Beauvoir’ın ünlü “öteki” (l’autre) kavramı sadece akademik bir tartışma konusu değildir; aynı zamanda kadınların varoluşlarını hangi koşullarda deneyimlediklerini gösteren bir çerçevedir. Toplum, kadını bağımsız bir birey olarak görmek yerine, onu erkek üzerinden tanımlar ve bu tanımın sınırları içinde "öteki" haline getirir. Peki, bu gerçekten ne anlama gelir?
Beauvoir, "öteki" kavramını fenomenoloji ve varoluşçuluk çerçevesinde açıklar. Peki, kadınlar bu dayatılmış "öteki" rolünü nasıl deneyimler? Ona göre, öteki olmak, bireyin kendi öznel gerçekliğini inşa etmesinin engellenmesi ve toplumsal yapıların ona dışarıdan yüklediği anlamlarla şekillendirilmesidir. Kadının varoluşu, yalnızca kendisi için değil, erkeğin bakış açısıyla tanımlanır. Eril toplumsal yapılar, kadını sürekli olarak eksik ve tamamlanmaya muhtaç bir varlık olarak sunar. Böylece kadın, özne olmaktan çıkarılıp bir nesneye indirgenir.
Bu teorik bakış açısı, kadınların günlük yaşamdan büyük toplumsal yapılara kadar geniş bir çerçevede maruz kaldıkları baskıları anlamamıza yardımcı olur. Kadınlar, tarih boyunca pasif, bağımlı ve statik figürler olarak sunulurken, erkekler güçlü, aktif ve özgür bireyler olarak yüceltilmiştir. Beauvoir’a göre, bu yalnızca bireysel bir mesele değil, toplumu kuşatan ve kültürden eğitime, hukuktan iş hayatına kadar her alana sirayet eden sistematik bir ötekileştirmedir.
"Öteki" olmak yalnızca bir kimlik sorunu değil, bireyin toplumsal normlar tarafından nasıl şekillendirildiğini ve sürekli bir onay arayışı içinde yaşamaya zorlandığını gösteren bir durumdur. Kadın, toplumun dayattığı sınırlar içinde var olmaya çalışırken, sadece "mevcut" olmakla yetinemez; her zaman erkekle karşılaştırılarak bir anlam kazanır. Kadının bu şekilde eksik veya tamamlanması gereken bir varlık olarak görülmesi, onun özgürleşmesini ve bireyselliğini ortaya koymasını zorlaştırır.
Kendi Hikâyemizi Yazmak
Peki, bu "öteki" olma hali kadınların hayatlarında nasıl tezahür ediyor? Çocuklukta oynadığımız oyunlardan itibaren bize hangi rollerin biçildiğini bir düşünelim. Kadınların büyük bir kısmı, annelik ya da bakım verme gibi rollerle şekillendirilirken, bazıları ise bu kalıpların dışına çıkmak istemiş, ancak toplumun çizdiği sınırları aşmak her zaman kolay olmamıştır. Kadınlar, meslek seçimlerinden kişisel hedeflerine kadar, kabul görmek için kendilerini toplumun görünmez ölçütlerine göre değerlendirir ve sürekli olarak, “yeterince iyi miyim?" sorusuyla yüz yüze kalır. İşte bu sorgulama hali, "öteki" olma deneyiminin en somut göstergelerinden biridir. Kendi hikâyemizi yazarken, geçmişin dayatmalarına karşı durmak ve "öteki" olmanın zorlayıcı yanlarına rağmen var olmak, zor olsa da mümkündür. Ve bireysel deneyimlerimiz aktarıldığında, başkalarına da ilham olarak toplumsal bir direnişi uyandırma potansiyelini daima içinde taşır.
“Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur”
Kadın, içinde yaşadığı toplumsal yapıyı sorgulamadan özgürleşemez. Kadın doğulmaz, kadın olunur. Bu, bir süreçtir ve aynı zamanda bir mücadeledir. Öğretilmiş hayatından sıyrılıp kendi hikâyesini yazmaya cesaret eden her kadın, kendini gerçekleştirebileceği, hakiki bir özgürlüğe adım atabilir. Beauvoir bize bunu göstermiştir. Ancak toplumu ve mevcut düzeni dönüştürmek, yalnızca bireysel bir çaba değil, ortak bir sorumluluktur. Tıpkı birinci dalga feminizmin oy hakkı mücadelesinde olduğu gibi, özgür bir toplum ancak bireylerin kendi yaşam deneyimlerinden ve kolektif mücadelelerden ilham alarak inşa edilebilir. Anlatılan her hikâye değişimin parçasıdır; yazılan her kelime, düzene karşı bir direniştir.
Öyleyse, belki öncelikle sormamız gereken şudur: Kendi hikayemizi yazmaya cesaretimiz var mı?
Selin Ezgi Gazeloğlu