Eylül Salman
"Bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür." -Ursula K. Le Guin
Son sayfaya geldiğimde, tüm öykünün bir anlığına gözlerimin önünden geçtiği; sonunda bu cümleyi anımsadığım bir kitap, Simyacı. "Kim söylemişti bu sözü?" diye sayıklıyorum bir yandan, aklıma gelmiyor o an heyecandan, Ursula K. Le Guin'in söylediği. Zira kitaptaki kahramanın da dediği gibi, "Evren, herkesin anlayacağı bir dilde var olmuştur, ama insanlar unutmuştur bu dili."
Peki nedir, geriye dönüş yolculuğu?
İnsan, yüzlerce kilometre yol katettiğinde yolculuğun sonunun, ufuktaki yer olacağı hissine kapılır çoğu kez. Bir bakıma makul bir histir bu. Yoksa bu yola çıkmaya zahmet etmezdi. Gitmek aramaktır çünkü, ve şunun kabulüdür aynı zamanda:"Bir cevap var, biliyorum, ama bu cevap burada, bulunduğum yerde değil." "Cevap... Cevap, içime dolan gitme arzusu rüzgarının, beni taşıdığı yerde olmalı."
Simyacı, bir kahinin, koyunlarıyla gezerek yaşayan bir çoban olan Santiago'nun gördüğü bir rüyayı yorumlamasıyla başlar. Rüyaya göre, Santiago'nun Mısır piramitlerini görmeye gitmesi gerekmektedir, orada bir hazine bulacaktır. Ne var ki Santiago o sırada İspanya'dadır, yol uzundur, koyunlarını bırakacağı bir yer yoktur, parası da. Geçmişine gittiğimizde ise, bir zamanlar babası Santiago'nun bir papaz olmasını istediğinde, o böyle bir hayatı istemediğini söylemiştir. Yolculuk yapmak istiyordur Santiago. Başka yerleri görebilmenin tek yolu da, çoban olmasıdır. "Öyleyse, ben de çoban olacağım." der ve bu kararı almasıyla, farkında olmadan kişisel yolculuğu başlar.
Santiago’yu okurken, kendi yolculuğunu düşünenler olacaktır. Bu yolculuk, içinde olunan yeri "bırakma" yolculuğudur. Sonsuz bir ayrılık da olabilir bu, belli bir zaman dilimi için de olabilir; ancak çıkmışızdır bir kere yola. Murathan Mungan'ın da söylediği ve yıllar önce bir arkadaşımın, bulutlu ajandamın kenarına benim için iliştirdiği not gibi: "Kimse, çıktığı yolda kendisi kalmaz, yol; insanı başkalaştırır."
Bırakma yolculuğu öyle kolay bir yolculuk değildir. Bir zamanlar konfor alanındaki halinden oldukça memnun görünen insan, adapte olduğu halinden uzaklaşmaya başlar çünkü. Simyacı’nın dili ile söylemek gerekirse kişi, yüreğini dinlemeye başlar bu yolda.
Bizler varlığa kavramlarla bakar, varlığı kavramlarla görürüz. Kavram, terim ile aynı anlamda olduğu için, yani dilin unsuru olan terimin zihinsel karşılığı olduğu için, bu, varlığı dil ile görmek demektir. Varlığın dil yoluyla dilde görünmesi, onun dilde açığa çıkması, dilde dile gelmesi anlamına gelir. Heidegger’in dediği gibi; “Dil, varlığın meskenidir”, yani varlık dilde gizlenir. Onun üstünü örten perdeleri kaldırmak, ona nüfuz etmek ancak dil aracılığıyla mümkün olur. Çünkü dil, “var olan şeyleri adlandırarak, onların “niteliklerinin bilinmesini sağlayarak” kendisi ile diğer varlık alanları arasındaki ilişkileri kurar. (1)
Canlılar, içinde bulunduğu duruma en iyi şekilde adapte olarak yaşamını sürdürmeye çalışırlar. İnsanda ise hayatta kalmak konusu biraz daha karmaşıktır. İnsan, dil ile yapılanmıştır. Biz sadece fiziksel şartlar içinde değil, gözle görülmeyen, sembolik bir evren içinde de yapılanırız. Sembolik bir evren olarak dil, inanç sistemimizi, yaşamdaki amaçlarımızı, ötekini ve kendimizi nasıl algıladığımıza dair bir yapılanmayı da oluşturur.
Dolayısıyla insan alıştığı şartlardan uzaklaştığında, dil ile yapılandırdığı, adeta kemikleşmiş olan dünyası değişime uğrar. Yeni şartlar farklı algı ve düşünme biçimlerini, bakış açılarını çağırır. Bu “yeni” durumu anlama çabası içinde artık uzun süredir kullanmakta olduğumuz bilgi, beceri ve ilişki kurma hallerimizde birtakım değişimler olması neredeyse kaçınılmaz olur. Yol'un yüreğini dinleme haline adım adım yaklaşırız. Neden alıştığımız yerde değil de, yola çıktığımızda? Çünkü insan, kendi haline alıştığı yerde, yüreğinin sesine de alışır. Alışkanlık ise daha öteye, kendindeki akışkanlığa yüzmeyi unutturur. Nasılsa içinde bulunduğumuz katman uzun zamandır yaşatmaya yetmektedir bizi, öyleyse insan kendini neden zora soksun ki?
Ötesine henüz yüzülmemiş bir katmanın parıltısı durmaktadır "zor" olanda. Bize bu zor tanımını yaptıran, parıltının şimdilik gözümüzü alıyor oluşudur.
Parıltı karşısında zorlanarak, belki gözümüzü kısarak da olsa yüzmeye başlayınca, bir zamanlar içinde olduğumuz yeri anımsarız. Bu kez öncelikle, o zamanlardaki benliğimizi hatırlarız. Neyi severdik? Neye öfkelenir, neyden korkardık? Neyin peşinden gider, ne için mücadele ederdik? Bu sorular yanıtlarını buldukça, bizi oluşturan şeylerin, aslında yaşamımızı sürdürmemiz için geliştirdiğimiz yetilerin bir parçası olduğunu fark ederiz. Bu yeni katmanda ise kimi "eski" parçalarımız işimize çokça yarar, fakat artık işlevsel olmayan kimi parçalarımızı ise bırakmak zorunda kalabiliriz.Tıpkı Santiago'nun koyunlarıyla, yola devam etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalışı gibi.
Seçim, hayatın belki de en zor ve kaçınılmaz sorumluluğudur. Bazen yük olsa da bize, kanatlar da verir.
Daha önceleri içimizde olan o parçaları, kendimiz olma meselemizin ayrılmaz bir parçası olarak deneyimlediğimiz için, hiçbir zaman gerçekten görememişizdir. Aramıza biraz mesafe koyarak, bazen de bırakarak bakmamız gerekenler, işte bu parçalarımızdır. Parçalarımızla karşılaştıkça yol daha derine, hatta dibe gidiyor gibi görünebilir. Kitabın kastettiği kişisel menkıbe anlayışında, yol bizi zaman zaman aşağıya çekse de istikamet aslında suyun yüzeyine doğrudur. Artık, yaşamı oluşturan parçalara tanıklık etmek arzusuyla ruhumuzu beslemeden, nefes almanın çok da mümkün olamayacağı bir yere doğru yüzmekteyizdir.
Simyacı’ya göre yüreğimizi tanımaya başladığımızda, tıpkı ciğerlerimizin basınca dayanma kapasitesinin artması gibi, bilincimizin genişlemesinin bir devamı olarak onun bize baskın yapma şansını da elinden almış oluruz.
"İhanet, senin beklemediğin bir darbedir. Ama sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir sana."(2)
Artık parçalarımız bizim değildir. Fakat istersek dilediğimiz kadarı bize eşlik edebilir. Eşlik eden özgürleştirir, hafifletir. Böylece döneriz suyun yüzeyine.
Simyacı, huzuru, mutluluğu uzaklarda ararken, aslında çok yakınımızda olduğunu değil; güzellik burnumuzun ucunda dahi olsa, yola çıkmayı göze almadan ona vakıf olamayacağımızı anlatıyor.
*Kaynak: (1) Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983, s.244. (2) Paulo Coelho, Simyacı (İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2020), 152.
Eylül Salman
Psikolojik Danışman, Batı Müziği-Opera bölümü mezunu. Bilim, mitoloji, felsefe ve fantastik kurgu alanında kitap, çizgi roman okumaktan keyif alıyor. Şiir, deneme, öykü yazıyor. Üç senedir psikoloji alanında aktif olarak içerik üretiyor.